21 Şubat 2013 Perşembe

The last man stand on earth

Ten uyuduğunda açılır renkleri gecenin,
Garip bir vuslat gibi düşmüş peygamberi,
Heceler dizilir sözcüklere gelişigüzel,
Mana garip, anlam yoksun, öz fakir...

Ve yalnız ten uyuduğunda aydınlanır gecesi onların,
Ay'ın şavkı ister vursun, ister vurmasın sesine uğultunun,
Bilek mi hain, kan mı asi, jilet mi vurgun,
Hafif dram, hafif melankoli, hafif sitem...

Bir an sonra;

Öfke, kibiri çarmıha germeden aktı kan,
ve yalnızca bir meşaleydi can,
Toprağın her yanında,
Soğuk ve sessizce yanan.

İlk rüzgarı bile bekleyemedim sönmek için,
Fırtınalar acizdi, tayfunlar, seller,
Ateşi söndürmek, külünü süpürmek,
Kimin elinde ki yandığına şahitsiz bir ateşe umut üflemek.

Kelimeler döküldü yine,
Kimi içten gelen, kimi piç cümlelerden biriken,
Vuramasa da öfkemi duvardan duvara,
Aktı benden akması gereken.

Tutkum ateşten olmadı ki hiç,
Yaksın ormanları, cayır cayır,
İstediğini yapabilmekti, istediği kadar,
Bu itiraf da burda oldu, vardır mutlak bir hayır.

Gölgeler yetmez, güneş mutlak bulur bir yol,
Yakmaya tenini, yahut yansıyacak bir uçurum,
Söylenmemiş yalanlar bekler ardında sırasını,
Kimi düşer dilden, kimi kendi içinde durgun.

Son bu!! emin ol ki son..

Sonsuzluğa doğru akan başka kelam yok,
Bu sefer direnmek fayda etmez,
Gerilla cümleler yorgun, serseriler zayıf, çelimsiz,
Bıraktı çatışmayı, yaktı barikatları, siperler boş,
Mevzilerde yankısı kalır artık eski çığlıkların,

Kabul ettiler, direnmediler, öğrendiler,
Yırttıkları tenlerinden renkler fışkırdı,
Gözlerini alan müthiş güneş ışığı yumuşatmışken sesleri,
Hepsi aynı şeyi mırıldanıyordu bir ağızdan;
Her şeyin başlangıcı ve sahibi o; son...

26 Aralık 2012 Çarşamba

and the night was there without a warning

gecesi gündüzü yok artık hüznün,
zamanı ayaklarına pranga diye bağlayan sen.
demirden ilhamlara put diye tapınan
ve safları ilk hücumda terkedecek olan.

karanlıktan korksa da bir mum yakamayan sen,
ve iltihabını çekinmeden saçan yaraların.
bitmez asla içkisi, ızdırabını kadehinde boğup
ardından tekrar yudumlayanların.

her savaştan sonra kendini muzaffer zannet,
her ganimete sıkı sıkı sarıl,
ne kadar ölmekte olduğunu unutmak için zehirle kendini,
ve geceleri çınlat içini imdat çığlıklarıyla, kimsenin duymadığı.

gecesi gündüzü yok artık hüznün,
dilden gelmez teselli,
plak çizildi,
dönüş yok geri...

25 Kasım 2012 Pazar

a lunatic praise to madness

delilik aklın saf halidir, mantıktan, kurallardan, ahlaktan, duvarlardan sıyrılmış. manen özgürlüğe ve yaratıma en açık halidir düşüncenin. gerçek yaratım ancak zincirlerinden kurtulabildiğinde mümkün olur ve ilham kendi matematiğini yaratır. özgür bir zihin ile kurallar göz ardı edilerek yaratılan eser zaten evrensel estetik kurallarını yeniden belirler ve ilham kaynağı olur. gerçekliğin sıradanlığından kopuş yaratıcılığın gideceği yolu açar. "öz"e en yakın olunan durumdur delilik, çünkü başka zihinlerce oluşturulmuş tabuların ve kuralların etkisinden arınmıştır. sadece kendi gerçekliği ve yasaları geçerlidir bu durumda. kurallarını zihnin kendisinin koymadığı bir oyunda ancak figüran olabilir ilham. ne kadar sıradışı ve ne kadar pervasız ise fikir, o kadar deliliğin eseridir işte. normal sıkıcıdır, anormal ise heyecanlı.

yaklaşmayı bir deneyin hele deliliğe, ne kadar yakınsanız o kadar özgür hissettiğinizi -hatta hiç bu kadar özgür hissetmediğinizi- anlarsınız o zaman. deliliğe yaklaştıkça algı değişir, yorum değişir. algı değiştiği zaman aklın içinde bulunduğu evren değişir. akıl kendi kurallarını kendi koymaya başlar ve kendi gerçekliğini yaratır. mutlak gerçeklikten bahsedemeyeceğimiz konusunda bir kuşkumuz yok zaten. yarattığı gerçeklik içerisinde yaratım imkanı sınırsızdır, akıl artık kendi evreninin tanrısıdır ve her şeye hükmeder. işte bu şartlar altında öz'de ne varsa katıksız çıkar ortaya, en özgün biçimiyle, su katılmamış düşünce. kendini bundan daha iyi ifade edemez birey, daha pervasızca savuramaz hislerini.

zaman algısı da kırılır delilikle. sonsuz yaşam mümkün olur. düşüncede zaman yoktur, sonsuz farklılıkta gerçeklikler mümkündür. istediği evrende istediği hissi yaşar bilinç. zamanı yan cebine koyar, misketlerinin yanına. ve istediğince yüksek ağaçlara tırmanır, koşar rüzgarı yüzünde hissederek, ve asla durmaz içinden gelmedikçe.

mutlu şizofrenlerin dünyasında dans etmek gibisi yok!!

16 Ekim 2012 Salı

and i feel free to roam

yemezdi küstah düzenbaz eriğin çürüğünü,
tezesinden hayır görmemişken en körpe baharların,
anlatmazdı çözemediği uçkurunun düğümünü,
yeri değilse, vakti değilse el yakan temasların.

"hadi oradan" diye bağırdı gemici adam,
tuttuğu halatlarla birdi sanki elleri,
"bırakın gelin de sohbet edelim, hem şarabım da var",
daha ne isterdi ki hem kel hem fodul dilenci.

parkın en ücra köşesi ona aitti sanki,
büyük savaşlar da vermemişti halbuki,
sahi, nasıl elde etti o yeri,
paltosu, beresi, eldiveni,
sakalları rüzgara yön veren dilenci.

15 Ekim 2012 Pazartesi

everyday is a new day or just fuckin another day

son derece sıkıcı işyerimdeki son derece sıkıcı günlerden biri olarak başlamıştı lanet salı. üzerimde rengi solmuş bir ceket, çizgili bir gömlek, dizleri çıkmış kadife bir pantolon ve boyası soyulmaya başlamış kunduralarım vardı. ama beni en çok rahatsız eden şey takmak zorunda olduğumuz kravattı. boğmaktan beter ediyordu beni. insan kendine neden böyle bir işkence yapar ki tanrım. düzenin gereksinimiymiş, peh! düzeni kuranlar bu dünyada yaşamadılar sanırım. plaza denilen aydınlık ama havasız binaya doluşmuş binlerce zavallıydık, alman toplama kamplarını anımsatan bir yer burası. yüksek güvenlik, kati kurallar ve angarya. kimse mutlu görünmezdi. hava almak için ara sıra aşağı iner, arada da sıçmaya ya da işemeye tuvalete giderdik. en çok hayatta olduğumu hissettiğim anlar bunardır çalışırken. tabi ki her seferinde kaydedilirdi bunlar. hangi saatlerde tuvalete gittiğimi bile biliyordu hergeleler. lanet binada sigara içmek bile yasaktı, sadece çalışmak serbest.

sigara içmeye aşağıya inmem her seferinde, yangın merdivenleri ne güne duruyor. pek kimse geçmezdi yangın merdivenlerinden, ara sıra etrafı temizleyen görevliler sadece. tam sigaramı içerken göz göze geliriz bazen. pek karışmazlar bana, anladıklarını zannetmiyorum ama bulaşmaya korkarlar belki de. hem kolayıma geliyor aşağı inmemek, hem de sosyalleşmek derdinden uzak kalıyorum. sadece isimlerini bildiğim insanların yüzlerine yalan tebessümler yerleştirmesi fikri deli ediyor beni, samimiyetsiz pislikler, gösteriş budalaları sizi. neyse, yapmakta olduğum son derece yararsız işi bir kenara bırakıp bir sigara tüttürmeye yangın merdivenlerine gittim, pencereden dışarı baktığımda rüzgarda hafif hafif sallanan ve camın arkasındaki bıkkın görüntümle dalga geçen ağaçları gördüm. saat yediye kadar bu lanet hapisanede kalmam gerekiyordu. yoksa yarın akşama kadar ne içecek içkim ne de tüttürecek sigaram kalır. hayatta kalıp birilerine para kazandırmam gerektiği için maaşlı bir işte çalışmak zorundayım çünkü. durum böyle olduğundan ölmeme de izin vermez beyinsizler. nereden mi biliyorum? her intihar denememde gözümü bir hastane odasında açtım da ordan.

sigaramın yarısına gelmemiştim ki baktım peşimden gelmiş. yeni sekreter. başlayalı bir kaç hafta olmuştu en fazla.  otuzlarının başlarında, esmer, fazlasıyla kıvrımlı hatlara sahip ve şuh bir ses tonu vardı. evliydi bildiğim kadarıyla ama çocuğu yoktu. çocuk doğuracak sabır sahibi olduğunu da pek zannetmiyorum zaten. daracık bluzu etinin her yerini sarmıştı, kısacık eteği kabul edilebilir boyutların sınırındaydı. ayakkabısının topukları, insanı madalya kürsüsünde bir basamak yukarıda göstermeye yetecek kadar uzundu. salınarak indi basamakları ve yanıma gelip selam verdi. bir elinde kahve fincanı vardı, diğer elindeki sigarayı dudaklarının arasına götürdü ve gözlerimin içine baktı. sanırım onu ateşlememi istiyordu. sadece bu iş için gerekli kaslarımı hareket ettirerek, umursamaz bir edayla cebimden çakmağımı çıkartıp sigarasını yaktım. en gergin anlar şimdi başlıyordu işte, konuşmak zorundaydık. sadece birbirimizin isimlerini bildiğimiz ve her gün karşılaştığımız için hiç merak etmediğimiz şeyleri soracak, verilen cevaplara çok da umurumuzdaymış gibi yorumlar yapacaktık. yapmacık gülüşler, gereksiz şaşırmalar falan filan. ilk soruyu o sordu neyse ki, "selam, nasıl gidiyor?". "iyi" dedim sadece donuk bir sesle, ama olmadığım her halimden belliydi. sanki havada kaldı cevabım ve "sen nasılsın?" diye ekledim. sonra anlatmaya başladı. hiçbirini anlamıyordum, hatta duymuyordum da denebilir. daha çok bacaklarıyla ilgileniyordum çünkü. sanırım durumu o da farketti ve yanımdan iki adım uzaklaşıp merdivenlere doğru ilerledi. kıçının hakkını vermeliydiniz ama. sonra döndü ve merdivenlere oturdu. çorap giymemişti ve bacakları pencereden giren gün ışığında çok güzel parlıyordu. evet, gözlerim hala bacaklarındaydı. konuşmuyordu artık, sigarasının dumanını üflüyordu pencereye doğru. sigarası bitirdi ve bacaklarını araladı. içine hiç bir şey giymediğini fark etmem uzun sürmedi. pek idare edecek durumda değildim artık çünkü gözlerimi bacakarasından alamıyordum ve farkında olmamasına da imkan yoktu. ve o an içimden geleni söyledim "şu anda seni öyle bir beceririm ki günlerce yürüyemezsin". pardon, evet içimden geçen buydu sanırım ama ben farklı bir şey söylemiş olmalıyım; "bacakların çok güzel". ifadesini görmek için gözlerimi kaldırıp yüzüne bakmak zorundaydım, çok şükür gülümsüyordu. "teşekkürler" dedi utangaç bir ses tonuyla. elleri istemsizce bacaklarına gitmişti ve tırnak uçlarını kısa kısa, kaşır gibi hareketlerle sürtüyordu tenine. tekrar gözlerine baktım ve "bu saatte kimse geçmez burdan" dedim. yavaşça ayağa kalktı ve gergin bekleyişle geçen iki saniye başlamıştı. ben "yanlış anlamamışımdır umarım" diye dua ederken, beni reddedebilir, dalga geçebilir hatta okkalı bir tokat patlatıp "sen kendini ne zannediyorsun pislik!!" diye bağırabilirdi. ama dudaklarıma yapışmayı tercih etti.belinden tutup fermuarımı zorlayan kabarıklığa doğru bastırdım vücudunu. hafifçe titreyiverdi. ağzına vermek aklımdan geçmedi değil ama ne o kadar sabrım ne de vaktim vardı. tek harekette eteğini yukarı sıyırıp içine girdim. bağırmamak için zor tuttu kendini. ama bir derdi vardı, hissedebiliyordum. salak sürtük bir yandan da saçları bozulmasın diye uğraşıyordu . çok sinirimi bozmuştu bu. kıçına sert bir tokat attım, elimin ayarı fazla kaçmıştı ve sanırım bir hafta boyunca kocasına "başım ağrıyor,  hastayım, çok yorgunum" gibi bahaneler düzmek zorunda kalacaktı bu yüzden. hızlandıkça hızlandım, sanırım nerede olduğumu hissetti ve "sakın üzerime boşalma, sakın üzerime boşalma!!" diye inlemeye başladı. o kadar sinir oldum ki son hamlemi yapıp boşalırken kendimi çektim ve elbisesinin hatta saçlarının üzerine tüm iştahımla boşalttım zehrimi. şok olmuştu sanki. hayretle üzerine bakıyordu. fermuarımı kapatıp merdivenleri teker teker çıktım ve hızlıca kapıya yöneldim. tam kapıyı kapatırken arkamdan "pislik herif ne dedim sana, nasıl temizleneyim şimdi..!?! adi herif, şerefsiz!!" diye saydırıyordu ağlamaklı bir sesle. kravatımı gevşettim, ceketimi çıkartıp omzuma attım, alnımdaki ter kaşlarımın üzerinden göz çukurlarıma akarken paketteki son sigaramı yaktım ve binanın çıkış kapısına doğru yürüdüm. hava hafif bulutluydu ve henüz akşam olmamıştı.

is there anybody up there

tanrılar var bu dünyada,
ödüllendiren ve cezalandıran seni..
hayattaysan eğer daha çok akıtmalısın
kanını ve terini, onlar için..
kuralları var ve de,
uymanı bekledikleri,
ve uyumanı çokça..
gücün yetmez gibi görünür,
kararlar kifayetsiz,
sesin duyulmaz,
için çekilir ve boşalırsın..
kurumuş ve çürümüş olarak gidersin onların dünyasından,
sana ait hiçbir şey bırakmazlar..
oyunu kurallarına göre oynamak diye bir şey yoktur,
oyun kurallardan ibarettir zaten,
ve zarlar atılır her gün,
kimin elinden bilemezin...

stone still standing

geniş caddeler ve ıssız mahalleler,
hepsi körebe oynar şehre gece geldiğinde,
yalnız bir adam vardır tüm köşelerinde,
ve intiharlar sessiz sedasız...

bileklerden akar yaşanamamış ne varsa,
ve dumanla birlikte yükselir hüzünler,
kalp durur ve ten soğur,
plak boşa dönmeye başlar pikapta.

anlam aramak da boşadır artık,
umutsuz ve tembel "keşke"ler de,
olmayan olmamıştır zaten,
ve fasıl kapanır ciğer yakan bir sedayla.

gözler neler gördüler de bakamadılar artık,
ve hangi tatlardan vazgeçti bu damak,
boynunun kokusu hatırlanabilir mi öldükten sonra,
ve şaçlarında rüyaya dalmanın heyecanı.

ince ama uzun olmayan bir yol daha bitti bu gece,
ve sokak çıkmaza erdi.
şehir farkında bile olmadan uyanacak aydınlığa,
ve sırasını bekleyecek her yabancı.
bu gece de uyuyacaklar damarlarındaki zehirle,
ölüm üstlerini şefkatle örtene dek...